İlhak
Başka onlarca konu, yazı taslağı ve fikir cebimde beklerken bu konuyu seçmemin sebebi zamansız gitme korkum. Ansızın ipim çekilirse bu dünyadan, anlatmak istediğim her şeyi anlatabilmiş olmayı isterim. Çünkü burada izah ettiğim her şey buranın muhatabı. Öteye gitmez, gitmesini de istemem.Öyle ki ben dünyanın özünü ve ağırlığını irdeliyorum. İçime dolan, delerek çıkan sonra tekrar boğazıma dizilen hen sanı ve sancı bu dünyanın iğnesidir. Bundan mütevellit ki ben iğneleri taşıdıkça gökyüzü benle kavuşmayacak. Mesele etmem bunu. Keza gökyüzü arşın arşın gerdanını tavaf eden kuşları da kucaklamaz.
Kendi içimde, düşündüklerimi onaylayacak bir başka ses olmadığı için yalnızlık üzerine ellerim soyulup kalem olana kadar yazsam da eksik kalacakmış gibi hissediyorum. Bu yüzden tekrar yazacağım. Nihayetini görmek istediğim tek bir şey var bu dünyada, o da yalnızlık. Lakin, cılız köhne bir saplantı ya da çorak bir hissiyat tarlasında sararmış çalı değil bu. Bilakis, beyaz perdeli, serin mermer döşeli, rüzgarlı tepeye oturmuş evinde, ufka bakarak sıyrılmış, belki de mahfuz kalmış kör bir arifin, görmeden yaşadığı ömrünün hıçkırıklı şahidi kalbinin yalnızlığı.
Yalnızlığı kalemle dürten her mütefekkirin acıları olduğunu var sayarım. Her acı sahibinin de yalnız olmadığını aklımda tutarım. Kimler yalnız o zaman? Oturanlar. Kendi içinde, etrafında hayali duvarlar, farazi senaryolar ve geçici yüzler olmadan, sadece kendi kendine konuştuğu için iç dilini kaybetmiş, yalanıp yutulmuş sessizliğinde taş kesilip öylece ileri bakanlar. İleri bakanlar. Zaten arkada bakılacak ne var. Acı keman yayının kırbaçlanan çocuk sesini harmanladığı, annelerin kuyu kuyu evlat aradığı, postal altında çiğnenmiş, beyaz dumanla ölüme gelin gitmiş masumiyet taburları. Çocuklar, fersah fersah dizilmiş, gözleri bulanık, intikamla adaş, katilinin çocuğuyla yaşıt, kardeşi kucağında, bir uçurum kenarında.
Bakamıyorum. Bilemiyorum. Ben tarlada mıyım görkemli beyaz saraylarda mı? Hangi ben? İçimde öyle bir ben var ki ben bile yokum içinde. Tırpanlı yırtıcı gardiyanın koruduğu vanta siyahı bir ufuk ötesi deliği. Kim bilir. Kırbaçlanan çocuk ben miyim acaba. İdrak edemiyorum çünkü yalnızken kim olduğumu bilmek zordur ve ben çok sık yalnız kalıyorum. Tıraşsız bir tepenin soluk otlarında toprağa bakarken yalnız kalıyorum en çok. Yalnız kaldıkça üşüyorum. Üşüdüğüm için düşünüyorum ama öyle böyle bir üşüme değil. Ruhum zangırdıyor, kaderimin ipleri buz tutuyor. İçime kaçmaya çalıştıkça kendime çarpıyorum. Yine de kaçıyorum, çünkü arıyorum.
Tabutumu paylaşacak bir Azrail arıyor değilim. Omuz üstünde taşınmak da gözüme gelmiyor. Zira tenezzül etmediğim ölüm, varlığa bir son değil. Belki yalnızca hakikate açılan kapıdaki hafif aralıktır. Anlık bir iç çekmedir. Uzun sancı gecelerinde bir uyku hali. Bu sancı ki, varlık ile yalnız arasına ılık, ıslak bir yaşam bağı. Üstüne zar gibi gerilmiş zaman tülü. Öldükten sonra kucaklayacağım ilk bilinç sahibi varlığa anlatacağım anılarım, sancılarım.
Böyle fena gecelerde, özenti duvarlarımın çatlaklarından nükseden yıkım darbeleri beni ayaklandığıma pişman etmek istiyor. Yersiz buluyorum bunu çünkü ben ayaklanmadım. Ayaktaydım zaten de demiyorum. Bedenimden bihaberim sadece. Bilinç adamıyım. Bilmek istediğim şey de hülyalı sümbül bahçelerinin zihnimin hangi kapısının ardında olduğu. Elbette, böyle bir bahçe var ama yolu muamma. Öyle kestiriyorum ki ben aklımın bu muğlak yolunda sefil bir gardiyanım. Yol da elbette karanlık çünkü ne garip ki döndüğüm her köşe boş dehlizlerle dolu. Canımı sıkıyor. Canhıraş çığlıklarla emektar giysilerimi yırtıyorum, ağlayıp ıslatıyorum, göğsüme bastırıp düzlüyorum, kağıt yapıyorum. İki satır yazı yazıyorum sonra. Konuşarak yazıyorum, yazarak var ediyorum. Tutuşturup meş'ale diye asıyorum tüm mahzun dehlizlere. Başka türlü zihnim aydınlanmıyor, ortalık karardıktan sonra sıkışan kalbim huzur bulmuyor.
Şeytanı hissediyorum bazen de. Kabarıp sertleşmiş parmaklarını birbirine sürtüyor. Bu bendeki karanlık onu bile kör ettiği için ancak el yordamıyla arıyor yolunu. Sancıyı hissedip geliyor çünkü sancı zayıflıktır, davet eder. Bir başka deyişle, sancının sofrasında kimse davetsiz değildir. Şeytan bile. Hoş, şeytanın gidilecek bir yol araması de mesele değil. Bulacak gibi olduğu zaman daha içimdeki şeytanların bile bilmediği bir bulanık karanlığı salıyorum etrafa. Zihnimin tavanı çöküyor. Sessizlik, tahtına oturuyor. Şeytanı pişman ediyorum Adem'e secde etmediğine. Zaten şeytan biraz pişman secde etmediğine. Ben de pişmanım secde edilecek bir Adem olmadığıma.
Yine düşünmeye devam ediyorum. Çünkü düşündükçe yazıyorum ve geceleri bir mızrak olup göğsüme hava deliği açan bu kalem sabah bir bakmışsın şifalı bir şırınga olmuş. Kalem bu. Potansiyel sahibi. Tıpkı insan gibi. Bilemezsin.
Her yeni düşünce insanın kendi aklına açılan bir kapıyken, her kapının aynı bıkkın bunaltıya secde etmesi, ekseriyeti elinde tutan batıla karşı hakikatin ve doğrunun tek olmasına benziyor. Duygulu yahut rasyonel, her düşünce aynı varlık sancısına çıkıyor. İki derenin bir arasında sıkışan insan, değil basitçe madde ile mananın, seciyesindeki ilahiyat ile nefsindeki dünyanın çekiştirip durduğu arada, mesken bulma sancısına sıkışıktır. Hal böyleyken yer çekiyor beni, çektikçe göğsüm içe çöküyor. Sonra gökyüzünden ferah bir nefes açıyor ciğerimin düğümünü, lakin alıp da götüremiyor. Ayaklarım hala yere sürüyor.
Sancı bitmiyor. Düşünmek bitmiyor. Varlık var olmanın bedelini kana kana içiyor, içiriyor. Sonra karnını tekmeleyip kusturuyor. Öyle, seni doldurup boşaltıyor durmadan. Ikınıp bağıracaksın ama şikayetin kime. Varlık sensin. Yobazca öpüp okşadığın dünya senin, ciğerlerini patlatsın istediğin mavi gök senin. Tekme senin, varlık sensin. Düşündükçe varsın, var oldukça yalnızsın.
Öylesine yalnız. Uykusuz bir gardiyan. Nöbetini devredecek kimse yok. Tüm hayatı bir telaş vardiyası. Hayaletlerle kılıç düellosu. Pervasızca götürmeye çalıştığı tefekkür kafes'inin tedbirsizlikten açılmış deliklerine merhem arayışı. Sancının sebebi de tam bu delikler işte. Umursamazlık ve iş bilmezlik. Karanlığını beğenmediği yolu aydınlatmak için kan terleyene kadar uğraşmak ama neden diye sormamak. Karanlığa hesap cetveliyle vurmamak.
İşte bu yüzden bu yazma hevesim. Kimsesiz kalmış aklımda hesap yapmak. Acıyı acıtmak, sancıyı kıvrandırmak. Çünkü bu haktır. Kendime olan borcumdur. Varlığı sancılardan arındırmak. Bu varlık sancısının illeti de kurbanı da aynı. Ölüm bile ilişemez varlığın hakkına, eli kolu bağlıdır. Bitirim yoktur diyorum yoktur. Ne var olmaya, ne yalnızlığa ne de sancıya. Ki, elini daralan göğsüne koy da gör. Bunlar hep aynıdır.
Soul animasyon filmini izlesene birazda varlığın keyfini çıkar
YanıtlaSil